Yaşamımızla adeta bütünleşen bir olguydu sokak lezzetleri. Köşe başında, bir ağaç altında, meydanda; halka en çok ulaşılacak yerlerde minik bir tezgah ya da araba içinde sunulan bu lezzetler, hepimizi mest ederdi. Basit, gösterişsiz, çoğu kez hijyenden uzak olsalar da salatalıktan yumurtaya, midyeden kokoreçe, tavuklu pilavdan ekmek arası köfteye kadar bu lezzetler tartışmasız büyük talep görürdü. Tercüman’da çalıştığım yıllarda patronumuzun eşi Nazlı Ilıcak, Büyük Efes Oteli’nde kalıyor olsa da öğle yemeğini, hemen yan sokağımızda tezgah açan köfteci Mustafa’dan yerdi.
Bu gelenek, yüzyıllardır var ve sokak lezzetleri, toplumumuzun gerçekten bir parçası. Ama artık çok azaldılar. Çünkü Hıfzıssıhha Yasası, bunları yasaklıyor. Belki de doğrusunu yapıyor ama onlar içinden “Size şef diyebilir miyim?” mertebesinde nice değerler çıkmıştı bu arada. Onları unutuyoruz…
Sahip çıkıyor muyuz?
Seversiniz, sevmezsiniz; bu dünyada Nusret diye müthiş bir işletmeci var. Beş kıtada açtığı muhteşem restoranlarında millete; kendi usulüyle tuzladığı etleri altın fiyatına yediriyor.
Bütün mekanları tıklım tıklım doluyor.
Bu dünyada “Satmışım anasını” edasıyla yaşayan nice zengin, onun sunumuyla et yiyebilmek için can atıyor.
Ve Nusret, bütün bunları Türk olmanın gururunu hep öne çıkararak yapıyor.
Türk adını, Türk’ün başarısını dünyaya yayıyor ama görüyorum ki, ona destek veren milli bir kurum yok. Turizm Bakanlığı’na bağlı Tanıtma Vakfı mesela.
Adamla iş birliği yapmıyor.
Herkes, Nusret’i “Bir gün açık verse de bayram etsek” diyerek kuşkuyla ve ürkek bir tavırla izliyor.
Aynı Nusret, yakında Las Vegas’ta dünyanın en büyük et restoranını açacak. Mesela bizim Turizm Bakanı, “Ünlü şu kadar sanatçıyı toplayıp ben de geleyim” demiyor. Davet bekliyor.
Aslında Nusret’in yalnızlığı, Nusret dışındakiler için dert olmalıdır.
Şu ahir ömrümüzde onun restoranlarında et yiyemeyeceğimiz aşikar ama bu dert bize de uzanıyor işte.
Dünyanın aynası
Fransa’nın en köklü dergilerinden biri olan Le Monde, Cumhuriyetimizin ilanının 10’uncu yılına rastlayan haftaki sayısında Türk kadınını kapak yapmış.
Türk kadını, modern giyimi ve gülen yüzü ile; siyah beyaz basılan derginin kapağını adeta renklendirdi. Dergi, kadınlarımız için de “Dünyanın aynası” deyimini kullanıyor bu kapakta ve Atatürk devrimlerinin yavaş yavaş tamamlanmakta olduğu o süreci, bir anlamda taçlandırıyor.
Gerçekten gurur duyulacak bir tablo.
Nelerimizi satmışız
Bu liste birkaç yıldır sosyal medyada sıkça yayınlanıyor. Yabancılara satılan Türk şirketlerinin listesi bu. Güncellense iki kat artacak.
İsimleri Türk olduğu için çoğumuzun bizden bildiği ünlü markalar bunlar.
Güvenilir, satılan, beğenilen markalar.
Ama nedense başkalarının.
Ekonomik gücümüzü milli sınırlar içinde tutamamışız, “yabancı sermaye” tutkusuyla elimizden çıkarmışız.
Şimdi ağlaşıyoruz.
Ağlaştığımız bir yana, yeni Türk markaları da üretemiyoruz.
Tekel, Tariş, Sümerbank, Etibank gibi durumları belli olmayan güzelim kurumlara sahip çıkabilsek ve onları yüceltip ayakta tutsaydık, o şirketler de yabancılara gitmezdi.
“Özelleştirme” ve “Yabancı sermaye” gibi kavramlar, rahmetli Özal’ın dediği ve sandığı gibi “masum” kavramlar değildi, değildir de.
İbrahim Ormancı - Duvar Yazıları
Elektrik çarpmasından sonra bir de karşımıza elektrik faturası çarpması çıktı!
***
Her şey güzel olacaktı. Gelişigüzel oldu. Mukadderat!
***
Hazine ve Maliye Bakanı Nebati : ''Ben seçime tek haneli enflayonla gideceğim'' demiş. TÜİK verileriyle mi? Başka sorum yoktur!
***
Bence erken seçim falan olmaz. Yerken seçim fıtrata ters çünkü!
***
Türkler dünyada internet başında zaman geçiren dördüncü milletmiş. PC PC'ne heder oluyor ömürler desene!
***
Bir şey itiraf edeceğim. Ben HEİST'im. Karımın her dediğine HE diyorum!
***
Devletten 82 bin lira maaş alan memur varmış. Şahsen ben o kadar para alsam, ATM'den maaşımı çekmek için maaşlı eleman tutarım!