Türkiye ve Dünya olarak günden güne kaotikleşme görüntüleri vermeye başlayan ekonomik ve siyasi krizden geçtiğimiz, tarımda kendimize artık yetemediğimiz, yetemediğimiz diyorum, çünkü, Anadolu insanı ve ülke olarak ana besin kaynağımız tahıl anlamında ithalatımızın yüzde 87’sini Rusya ve Ukrayna’dan yaptığımız gerçeği ve bugün Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan, en başta Türkiye olarak bizi direkt etkileyecek olan krizi göz önünde bulundurduğumuzda, tarımın, gıda üretiminin, tarımda sürdürülebilirliğin, özünde gıda güvenliğinin ne kadar yaşamsal olduğu gerçeğinin altını en kalın çizgilerle bir kez daha çizerek, “Zararın neresinden dönülse kardır” demeli, şu ana kadar almadığımız, alamadığımız önlemleri, tarımda planlı üretime geçerek, gelecek planlaması yaparak üretim yapmamız gerekiyor.
Buğdayın anavatanının Anadolu olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, buğdayda geleneksel atalık tohumlarımızın kıymeti ve önemi daha büyük anlam ifade ediyor kanımca.
Şöyle ki; Geçtiğimiz yıl Göbeklitepe’ye 30 kilometre mesafede Karacadağ tepelerinde Milattan Önce 9500 yılına ait evcilleştirilmiş ilk buğday türü “Küçük kızıl buğday” bulundu. Buradan şunu anlıyoruz ki, kendimize vatan yaptığımız bu topraklarda Anadolu halkı onbinlerce yıldır buğday ekiyor ve kutsal kabul ettiği temel besin kaynağı ekmeğini elde ediyor.
Gelin görün ki, bugün tükettiğimiz buğday, binlerce yıldır ekip biçtiğimiz buğday çeşitleri değil. Hatta, bundan da öte, 60-70 yıl önce ekip biçtiğimiz buğdaylar bile değil. Bugün, tüm insanlığa dayatılan sözde “Yeşil Devrim”le birlikte Rockefeller Vakfı’nın 1946 yılında başlattığı çalışmaların sonucu oluşturulan buğday türleri.
Bugün tükettiğimiz türler, insanlığın beslenmesini ve sağlığını gözetmeyen, birim alanda en fazla ürünü almayı hedefleyen çalışmaların ürünü. Verimlerin artırımı ancak bazı kimyasallarla sağlanabilen, sağlığımız üzerindeki olumsuz etkileri bir yana, tohumları artık şirketlerin elinde olan, dört küresel şirketin piyasasını ele geçirdiği ve çiftçileri her yıl almak zorunda bırakan tohumlar.
Dört küresel şirket tohum ve kimyasal zehir piyasasını, dört küresel şirket de gübre piyasasının yüzde 50’sini ele geçirmiş durumda. Şu bir gerçek ki, bu tür üretimin şirketlerin önünü açması kaçınılmaz. ABD, Kanada, Fransa, Ukrayna, Rusya, Avustralya ve Kanada gibi çok büyük ekim alanlarına sahip, endüstriyel buğday üretimini belli bir düzeye oturtmuş ülkeler, Dünya buğday ihracatının tamamını karşılıyor. Türkiye olarak biz, Endonezya’nın ardından Dünyanın ikinci büyük buğday ithalatçısı ülkeyiz.
Acı ama gerçek, 1950’li yıllarda ülkemize dayatılan endüstriyel tarım yöntemleri devlet tarafından çiftçiler desteklenerek yaygınlaştırılan, 1980’li yıllarda Dünya Bankası, IMF ve daha sonra Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vasıtasıyla dayatılan neoliberal politikalarla tarımsal üreticiye sağlanması durdurulan devlet destekleri sonucu, desteklemelerden yoksun bırakılan, yoğun girdi kullanımına mahkum edilen çiftçilerimizin hem girdilerin temininde, hem de ürünü pazarlamada şirketlere bağımlılığı arttı.
Özellikle son yıllarda ülkemizde üretilen buğdayın çiftçilerden alım fiyatı, hasat dönemlerinde TMO tarafından ithalat yapılarak baskılanıyor. 2021 yılı, son derece kurak geçen ve bunun sonucu buğday üretiminde ciddi kayıplar yaşadığımız bir yıl oldu.
Bu ekim döneminde ise dışa göbekten bağlı olduğumuz petrol ve kimyasal gübre ve benzeri gibi girdi fiyatlarında yaşadığımız günlük, hatta saatlik değişimler sonucu üretim maliyetindeki artış yükselmeye devam ediyor. Ve bunun devamında üretici ilk defa üretim için kimyasal gübre kullanmadan ekim yapmak zorunda kaldı. Ve neden olunan bu durum bize göre gelecek günlerin daha da kötü olacağının, ülke olarak ithalata ve şirketlere daha bağımlı olacağımızın işaretleridir.
Acı ama gerçek olan, Türkiye gibi son derece zengin, tarımsal potansiyeli yüksek bir ülkede açlığı, kıtlığı konuşuyoruz. Konunun vahim olan boyutu bu. Sadece buğdayda, ekmekte değil, bütün ürünlerde yaşanan, Covid-19 salgını dönemi ve yaşadığımız kriz, endüstriyel tarımın ne kadar kırılgan, sorunlu bir üretim tarzı olduğunu bize yaşatan bu durum, bir gıda krizidir.
İthalat yapılarak şirketler destekleniyor. O nedenledir ki, halkın gıda gereksinimini karşılamak için şirketlere verilen destekler kesilmeli, küçük aile tarımı yapan çiftçilerin üretim yapması sağlanmalı, yerel, kuraklığa dayanıklı ve değişen iklim koşullarına çok daha kolay uyum sağlayabilen atalık tohumlarla ve geleneksel yöntemlerle üretim yapan üreticiler desteklenmeli, kamu tarafından taban fiyat uygulanarak destekleme alımları yapılmalı, yıllardır uygulanan yanlış tarım politikaları ve bunun sonucu tarıma küserek büyük kentlere göç etmesi sonucu yaş ortalaması gittikçe yükselen aktif tarımsal üretim nüfusunun, uygulanacak teşvik politikaları ve genç nüfusun tarımsal üretime dönmesi teşvik edilmek suretiyle gençleşmesi sağlanmalıdır. Çünkü gıda sorunu hem ülke olarak, hem de küresel anlamda yaşamsaldır, devam eden süreçte daha da yaşamsal olacaktır.